IDFA 2020 İzlenimleri
Belgesel dünyasının en kapsamlı festivali IDFA, doyurucu içeriği ve arayüz kullanım kolaylığıyla sanal yalnızlığımızı bir nebze azaltan etkinliklerden biri oldu. Ana yarışmada kişisel bir konudan yola çıkan Radiography of a Family’nin En İyi Film seçildiği festivalde, bu yıl da çok sayıda ilham verici belgesel vardı.
Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (IDFA), film gösterimlerinin yanı sıra, dijital hikâye anlatımı, deneysel teknoloji ve proje geliştirme platformlarıyla belgesel dünyasının en kapsamlı etkinliklerinden biri. Bu yıl 18 Kasım-6 Aralık tarihleri arasında gerçekleşen festival, küresel salgın koşulları nedeniyle, sinema salonu ve çevrimiçi gösterimlerle karma bir yapıda düzenlendi. Bu zor koşullar altında IDFA, 21.000 biletli izleyiciye ve internette 80.000 ziyaretçiye ulaşarak önemli bir başarıya imza attı. Bu yıl malum nedenlerle oturma odamızdan takip ettiğimiz festivaller arasında, IDFA’nın gerek doyurucu içerik gerekse arayüz ve kullanım kolaylığı açısından en iyilerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bunda 2018’den bu yana festivalin yönetimini üstlenen Orwa Nyrabia ve ekibinin vizyonunun payı büyük olsa gerek. Fiziki olarak dahil olunan bir festivalin yoğunluğunu ve ilham veren etkileşimlerini özlesek de, IDFA’nın sanal yalnızlığımıza taze bir soluk getirdiği kuşkusuz.
İran’ın Çalkantılı Tarihi ve Bir Evlilik
IDFA’nın ana bölümü olan uzun metraj yarışmasında bu yıl 12 film yer alıyordu. Firouzeh Khosrovani imzalı Radiography of a Family, deneyimli isimlerin yer aldığı bu seçki içerisinden sıyrılarak En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Film, yarışmadaki pek çok film gibi büyük meselelere değil, adından anlaşılabileceği üzere kişisel bir konuya odaklanıyordu. Khosrovani, anne ve babasının tanışmalarından başlayarak günümüze kadar getirdiği hikâyede, İran’ın çalkantılı yakın tarihine eğiliyor. Yönetmenin İsviçre’de radyoloji eğitimi gören modern ve seküler babası Hossein ile dinine bağlı bir Müslüman olan annesi Tayi arasındaki yer yer gerilimli ancak karşılıklı anlayışa dayalı ilişki, günümüzün giderek kutuplaşan dünyasında ayrı bir anlam buluyor. Aile arşivindeki fotoğraf, mektup gibi çeşitli belgelerden yola çıkan Khosrovani’nin görsel üslubu gösterişten uzak ancak sıcak ve yenilikçi.
Gorbaçov’a Son Söz Hakkı
Usta yönetmen Vitaly Mansky yakın dönem Rusya tarihinin en önemli tanıklarından biri. İktidara geldiği 2000’li yılların başında Vladimir Putin’in yakınında yer almış, ancak daha sonra iktidarın husumetine uğrayarak ülke dışında yaşamak zorunda kalmış bir isim. Putin’in Tanıkları (Putin’s Witnesses, 2018), Yeltsin iktidarının son günlerinden başlayarak Mansky’nin bu deneyimini konu alıyordu. IDFA’da En İyi Yönetmen ödülünün sahibi olan son filmi Gorbachev. Heaven ise, biraz daha geriye giderek 20. yüzyılın en önemli dönüşümlerinden birine aracılık eden lidere odaklanıyor. 90 yaşındaki Gorbachev, bugün Moskova yakınlarındaki evinde bakıcılarının yardımıyla yaşıyor. Mansky, bu önemli lidere tarih önünde son sözü vererek zihninden geçenleri anlamayı deniyor.
Ana yarışmada En İyi Sinematografi ödülünü alan Nemesis’te ise, yönetmen Thomas Imbach evinin balkonundan hemen yakında gerçekleşen bir kentsel dönüşüm projesini belgeliyor. Zürih’in eski tren garının polis karakolu ve cezaevine dönüştürüldüğü bu projeyi, yedi yıl boyunca takip eden Imbach, görsel açıdan son derece etkileyici ve toplumsal açıdan derinlikli bir portre ortaya koyuyor. Filmde, inşaat alanından geçen onlarca trajikomik olaya tanıklık ederken, inşa edilmekte olan cezaevinin “yeni misafirleri” olan göçmenlerin deneyimlerini dinliyoruz.
Göçmenlerin “Haysiyet İsyanı”
Yarışma filmlerinden Les fils de l’épicière, le maire, le village et du monde…, Fransa’nın Ardèche bölgesinde bir avuç sinema tutkununun hayata geçirdikleri belgesel platformu Tënk’in hikâyesini konu alıyor. Filmde, köy bakkalının oğlu olan yapımcı Jean-Marie Barbe ve ekibinin, belediye başkanı ve yerel halkın desteğiyle iddialı bir projeyi hayata geçirmelerine tanıklık ediyoruz. Bir önceki uzun metraj filmi Le Concours’da (2016), ünlü sinema okulu Fémis’nin zorlu giriş sınavlarını takip eden yönetmen Claire Simon, bir kez daha uzun bir zamana yayılan bir olayı, farklı tanıkların bakış açılarından sürükleyici biçimde aktarıyor.
Belçika’da NTGent Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni Milo Rau, yönettiği oyunların yanı sıra, olayların seyrini dönüştürmeyi hedefleyen sıra dışı belgeselleriyle tanınıyor. The New Gospel, Pier Paolo Pasolini ve Mel Gibson’ın İsa’nın hayatını konu alan filmlerine mekân olarak seçtikleri İtalya’nın Matera kentinde geçiyor. Söz konusu filmlere bir selam gönderen belgesel, İsa’nın çarmıha geriliş hikâyesini bu kez kentte yaşayan mültecilerle yeniden canlandırıyor. Bu yalnızca sıra dışı bir performansı konu edinen bir belgesel değil, göçmenlerin başlattığı “haysiyet isyanı” çerçevesinde onlara daha iyi barınma koşulları sağlamayı hedefleyen bir proje. Kendine biçtiği dönüştürücü misyon tartışılır olsa da, Rau’nun filmi farklı meseleleri duyarlılıkla ele alan bir düşünce egzersizi. Hollandalı güncel sanatçı Renzo Martens’in The White Cube’u da, benzer biçimde, sanat aracılığıyla dönüşüm fikrine dayanıyor. Ancak, sanatçının Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki plantasyon işçilerini, üretecekleri sanat eserleriyle kalkındırma projesi oldukça tartışmalı. Zira, plantasyonları inşa eden Unilever gibi kurumların sanat sponsorluğunu sorunsallaştıran proje, Batı’da sanat kurumunun üzerine inşa edildiği kolonyalizm, kültürel üstünlük ve estetik beğeni gibi meseleleri ise es geçiyor. Buna karşın, The White Cube pekâlâ modern sanat dünyasının akıllara durgunluk veren kibri ve ‘naifliği’ üzerine bir mesel olarak da okunabilir.
Proust Hayranı Arjantinliler
Yarışmada yer alan ve aynı zamanda festivalin açılış filmi olan Nothing But the Sun ise, Paraguay özelinde dâhilî sömürgeciliğin ve kültürel asimilasyonun çarpıcı bir portresini ortaya koyuyor. Filmin, eski usül kasetçalarıyla, 1970’lerden bu yana, muhabbetler, hikâyeler ve şarkılar derleyen anlatıcısı ise, hiç kuşkusuz bu yılki festivalin en ilgi çekici karakterlerinden biri. Yarışmanın ilgiye değer diğer yapımları arasında, Buenos Aires’te toplu halde ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyan yaşlı Proust hayranlarını takip eden, Maria Alvarez imzalı Le Temps Perdu ile sinemanın askeri teknolojiyle olan derin ilişkisini sorgulayan, Massimo D’Anolfi ve Martina Parenti’nin yönettikleri War and Piece yer alıyor.
Yönetmenlerin ilk filmlerinin yer aldığı İlk Görünüş başlıklı bölüm ise, en az ana yarışmadakiler kadar ilgi çekici filmlere ev sahipliği yapıyordu. Bu bölümde En İyi Film ödülünün sahibi olan This Rain Will Never Stop, savaş, mültecilik ve kimlik gibi ağır meseleleri son derece incelikli ve olgun bir dille alıyor. Büyük usta Helena Třeštíková’nın Anny filminin de yer aldığı Orta Metraj Yarışması’nda ana ödülün sahibi olan Moğol yapımı The Wheel ise, klasik sayılabilecek üslubuna karşın, çizdiği sarsıcı yoksulluk portreleriyle izleyicisini etkiliyor. IDFA 2020’de yer alan ilgiye değer yapımlar elbette bunlarla sınırlı değil. Ama yerimiz dar. O nedenle, son olarak, bu yılki festivalin onur konuğu İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi’nin söyleşisine dikkatinizi çekelim. Usta yönetmenin IDFA için özel olarak seçtiği 10 filmlik liste ise, dönüp dönüp izlenesi cinsten…