Şu An Okunan
Dorian Gray’in Portresi: Rasyonel Dokunuşlar

Dorian Gray’in Portresi: Rasyonel Dokunuşlar

Oscar Wilde’ın defalarca sinemaya uyarlanan zamansız klasiği, perdedeki en etkileyici karşılıklarından birini Albert Lewin imzalı, 1945 yapımı filmde bulur. Görüntü yönetimi dalında Oscar kazanan film, Wilde’ın kendisini de lanetli ve kudretli bir mistik güç olarak anlatıya dâhil eder.

Oscar Wilde’ın yayımlanan tek romanı ‘Dorian Gray’in Portresi’ (The Picture of Dorian Gray, 1890), her daim karşısında -kitabın özüne uygun bir şekilde- ikiye bölünmüş bir kitle buldu: Hedonistler ve ahlakçılar. Bu iki taraf zaman içinde biçim değiştiriyor olsa da köklerini korumaya devam eder; ya “hâlâ” sansür uygulayarak, ya da eseri üzerine konuşulamayacak kadar göklere çıkararak.

Oysa ‘Dorian Gray’in Portresi’ gayet tabii, göklerden indirilebilir. Yazarın 36 yaşında kaleme aldığı roman en nihayetinde heyecanlı, derinlikli, biraz da toydur. Çok da normaldir bu; gördüğü herkesi hayrete düşüren bir güzelliğin, resmedilmiş güzelliğiyle raks eden kıskançlık dolu aşkı ve savaşı, en nihayetinde romantik bir toyluğa ihtiyaç duyar.

Bu romantik toyluk esere ve Oscar Wilde’a dünya edebiyatında önemli bir yer kazandırırken, sinema da edebiyat kadar Dorian Gray’in hikâyesine merak duyar. Bakmanın ve görmenin, değişmenin ama aynı kalabilmenin laneti ve ihtişamını tüm gücüyle elinde taşır sinema, âdeta Dorian’ın zehirli arzularını gerçekleştirmenin başka bir yolu geçer sinemadan.

Albert Lewin’in 1945 yılında yönetmenliğini ve senaristliğini üstlenerek sinemaya uyarladığı Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), esere rasyonel dokunuşlarda bulunur ve ziyadesiyle keskin olan sonu daha da etkili hale getirir. Dokunuşlardan nasibini alan olay örgüsü ve kurgudan ziyade karakterlerdir.

Mısır Tanrıları, Sanat ve Saplantılı Arzular

Yönetmen üç ana erkek karakteri, Lord Henry Wotton, Dorian Gray ve ressam Basil Hallward’ı, üç kitapla özdeşleştirmeyi tercih eder. Dünya edebiyatında hınzır, şeytani ve çıkışsız felsefi cümleleriyle yer edinmiş Lord Henry’yi, Baudelaire’in şeytani ve erotik ‘Kötülük Çiçekleri’ni okurken tanırız. Ressam Basil ise Buddha’nın hikâyelerini kılavuz edinmiştir; öyle ki bu kılavuzun Dorian’ı, onu kötülüğe sürükleyen “sarı kitap”tan kurtaracağına da inanır. Anlatıda Dorian’ın kötülüğüne uzanan yolda dönüm noktalarından biri olan ve gizemini ısrarla koruyan “sarı kitap” ise filmde, Oscar Wilde’ın ‘The Sphinx’ şiiridir.

Lewin bu noktada Oscar Wilde’ı, şahane bir tercihle lanetli ve kudretli bir mistik güç olarak filme dâhil eder. Zira Wilde’ın anlatısında Dorian’ın portresiyle arasında kurduğu lanetli bağ; yalnızca gençliğin vermiş olduğu büyülü arzu sayesinde, mucizevi bir şekilde kurulur. Oysa filmde Mısır tanrıları, sanat ve saplantılı arzular bir mucizenin gerçekleşmesi için sistemli olarak çalışır gibidir.

Dorian Gray’in portresiyle göz göze geldiği anlar, yönetmenin de isabetli estetik tercihleriyle, görsel olarak çok iyi işler. Siyah beyaz filmin renklere kavuştuğu anlar, Dorian’ın tablosuna baktığı anlardır. Yönetmen bu nadir anlarda, renk paletini ustaca kullanır. Genç adamın portreye ilk bakışı sıcacık renkleri beraberinde getirir; kendi portresinin güzelliğiyle zehirlendiği o ikinci bakış ise daha kirli, kahverengiye çalan renkler bahşeder tabloya. Film boyunca izleyiciyle tablo arasında kurulan bağ, en az Dorian’la portresinin arasındaki bağ kadar öznel ve baştan çıkarıcıdır.

Bir Ucubeye Dönüşmek…

Genç adamın gençliği ve güzelliği asla kaybetmeme, portre kadar aynı kalma isteği kabul edildikten sonra, Sibyl Vane girer hayatına. Sibyl’ın yaşattığı yoğun duygular ve tercih ettiği teatral son, Dorian için en büyük dönüm noktasını oluşturur. Bu dönüm noktası aynı zamanda, Lewin’in kitapla en radikal ayrıma gittiği yerdir: Yönetmen, Dorian ile Sibyl arasındaki ilişkiyi, sanata duyulan saf ve uçarı aşkın ekseninden uzaklaştırarak, ilişkilerin -özellikle erkekliğin- acımasız eksenine yerleştirir. Kitapta izbe bir tiyatro salonunda ışıl ışıl parlayan, her akşam Shakespeare’in tutkulu kadınlarının ta kendisi haline gelen Sibyl Vane; filmde izbe salonun içinde, halkla bütünleşerek hareket eden bir şarkıcıdır. Dorian ise, gururlu ve iffetli olduğu sıkça vurgulanan genç kadının gözünde, “Tatlı Prens”ten ziyade “Sir Tristan”dır. Yönetmen, Sibyl’ın sanatla tüy gibi hafifleşen ve romantikleşen ayaklarını yere sağlam basmasını ister; Dorian’ın ayakları ise, hayatla ve ölümle dalga geçen, yalnızlığı ile meşhur yuvarlak masa şövalyesi Sir Tristan’la özdeşleştirilerek yerden kesilir. Bu ters müdahale sonucunda ne Sybil artık rol yapamayacak kadar âşık olduğu için intihar eder, ne de Dorian onu tam da bu sebeple ruhunu kirletmiş olmakla suçlar. Romanın aksine filmde Sibyl Vane’i öldüren şey, Lord Henry’nin Dorian’ın aklına soktuğu aciz bir iffet sınavıdır: Genç kadın bu sınavı geçemeyip geceyi Dorian’la geçirdiği için hayatına son verir. Bu tercih Lewin’in anlatısında, Dorian’ın portresinin bir ucubeye dönüşmesini sağlayan acımasız, çirkin fırça darbelerinin işlevini görür.  

Lewin’in rasyonel dokunuşlarının Wilde’ın anlatısından felsefi, romantik izleri silerek anlatıya daha gizemli ve ürkütücü bir atmosfer kazandırdığı söylenebilir. Yine de yönetmen büyük ölçüde Wilde’ın çizdiği yolu arşınlamanın da tadını çıkarıyor. En nihayetinde, iki sanatçının da ulaştığı yüz bir:

Bir hüznün resmi gibi,
Kalbi olmayan bir yüz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.