Şu An Okunan
Kızıl Gökyüzü: Yönetmenin Değil Karakterin Hayal Ettiği Dönüşüm

Kızıl Gökyüzü: Yönetmenin Değil Karakterin Hayal Ettiği Dönüşüm

Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı’yla dönen Christian Petzold imzalı Kızıl Gökyüzü, çok katmanlı hikâyesi ve karakterine aldığı yaratıcı mesafeyle dikkat çeken bir “yaz filmi”. Etrafındaki dünyadan kopuk genç bir yazara odaklanan film, sanat yoluyla dönüşümü hayal etmek üzerine düşünüyor.

Kızıl Gökyüzü (Roter Himmel, 2023), eleştirmenler tarafından Christian Petzold’un önceki filmlerine göre daha hafif, eğlenceli, sevmesi ve içine girmesi daha kolay bir film olarak yorumlandı. Bazıları da haklı olarak bu ilk bakıştaki “hafif” görünüşün aldatıcı olduğunu vurguladı. Gerçekten de Kızıl Gökyüzü basit bir başlangıcın ve gösterişsiz sade bir görsel dilin nasıl çok katmanlı bir filme dönüşebileceğine dair son dönemin en güçlü örneklerinden biri. 

Film, seyircisini bir yazlıkta bir araya getireceği beş karakteriyle yavaş yavaş tanıştırıyor: Önce biri yazar diğeri sanat okuluna başvuru hazırlamakta olan iki kafadarlar başlıyoruz: Leon ve Felix. Ardından sürpriz ev arkadaşları Nadja geliyor, Leon’un arzu nesnesi olarak ekibe katılıyor. Daha sonra Nadja’nın takıldığı cankurtaran Devid de üçlünün yaz sofralarına dahil olmaya başlıyor. Sofraya son oturan da Leon’un editörü Helmut oluyor.

Fakat filmin hemen başında Felix ve Leon’un arabası yolda kalıp, Felix ormanın içinden yürüyerek gidebilecekleri kestirme yolu keşfetmek için gittiğinde, kamera Leon’la yalnız kaldığı için biliyoruz ki bu Leon’un filmi. 

Ekip büyürken, Felix, Nadja ve Devid yavaş yavaş yakınlaşırken, Leon yavaş yavaş çemberden uzaklaşıyor. Başta Nadja ve Devid’in arasındaki sevişme sesleri, Devid ve Felix’in sevişme seslerine dönüşmüş, bu üçlünün arasında dönen arzudan Leon’un payına bir şey düşmemiştir. Başarılı bir ilk roman sonrasında yazdığı ikinci romanının ilk taslağı üzerinde çalışan, yüzüne sanki hiç geçmeyecek bir sıkıntı ifadesi oturmuş olan bu genç yazarın dünyayla kurduğu ilişkide bir garipliği sürekli sezeriz. Ne kadar canı çekse de, Nadja ona elini uzatsa da, o hep önemli işine dönmeli ve ziyaretine gelecek editörüyle buluşmasına hazırlanmalıdır. Bir türlü Nadja’nın peşine düşemez. Editörün ziyareti de boğuştuğu sıkıntıyı dağıtmaz, Nadja’dan sonra editör de beğenmemiştir romanı. Üstüne üstlük Helmut, Leon dışında herkesle çok daha fazla ilgilenmektedir. Leon’un kendi kendine etrafına sardığı kabuğu görmesini Nadja sağlar. Leon, yeni romanını paylaştığı kişinin sadece bir dondurmacı değil, bir edebiyat uzmanı da olduğunu editörünün başlattığı bir sohbet sayesinde öğrenir. Nadja’ya “Nasıl olur da hem romanımı okuyup, hem de edebiyat doktorası yaptığını söylemezsin?” diye sorduğunda, Nadja’nın cevabı kısadır: “Hiç sormadın ki?” 

Herkesin birbirine dönük ilgisi ve arzusu oradan oraya akarken Leon, Kulüp Sandviç adlı kötü bir ikinci romanla baş başadır. Ta ki sınırda bekleyen felaket sınırı aşıp Leon’un romanından ve kendisinden ibaret sandığı dünyayı tehdit edene kadar. Yok oluşların ve ölümlerin yaşandığı o yaz gecesinin sonunda önce Helmut’un hastalığının son evresine gelmiş bir kanser hastası olduğunu öğreniriz. Sonraysa Felix ile Devid’in de orman yangınında kaçamadıklarını ve can verdiklerini. Leon ve Nadja morga girdiklerinde, yangında can vermiş yaban domuzu ailesinin imgesi hala zihnimizdedir. Kül olmanın ve ölümün kuşatması altına girdiğimiz bu anda filmin dilinde bir kırılma yaşanır. Film sanki bizi kederde yalnız bırakmak istemez – ya da kedere yeni bir anlam yüklemek ister. Leon ve Nadja, Felix ve David’in cansız bedenlerini teşhis etmek için morga girdikleri anda gördüklerimizi bir yandan da editörün sesinden dinlemeye başlarız. Helmut tıpkı yazlığa ilk geldiğinde yaptığı gibi, Leon’un yeni romanını yüksek sesle okumaktadır. Bu ses köprüsü bize iki ihtimal sunar. Leon, bu trajik gece sonrası ya Kulüp Sandviç’i bir kenara koymuş ve yeni bir roman yazmıştır. Ya da zaten baştan beri izlediklerimiz editörün sonda okuduğu bu ikinci romanın ta kendisidir. Kulüp Sandviç, asla tamamı yazılmamış ve hayal edilmiş bir kötü romandır. Tıpkı Petzold’un senaryoyu yazarken hayal ettiği gibi.

Filmin son bölümündeki kırılma bununla sınırlı değil. O geceden sonra bir daha yolları kesişmeyen Nadja ve Leon, Helmut’un tedavi gördüğü bakımevinin bahçesinde tekrar karşılaşıyorlar. Belki editörle aralarında artık filmin sonunda ismini koymaya vaktimizin kalmadığı bir ilişki başlamıştır. Bu son karşılaşmada sanki Petzold bize bir ihtimali daha işaret etmek ister. Nadja oyunbaz bir biçimde Helmut’a götürdüğü tekerlekli sandalyeyi sürmektedir. Nadja’nın yüzündeki gülümseme sanki bu dünyaya ait değildir. Belki Nadja sadece bir “peri” olarak vardı ve Leon’un hayaliydi. Ya da belki de bir periydi ve yardıma ihtiyacı olana eşlik ediyordu – tıpkı Petzold’un arka arkaya birlikte çalıştığı kadın oyuncularına baktığı gibi. Leon’dan sonra yardıma ihtiyacı olan, hayatla yavaş yavaş vedalaşması gereken Helmut’tu. Ya da belki de Nadja bazen vardı, bazen ise hayaldi. Eğer izlediğimiz film Leon’un ikinci romanıysa ve filmin içinde bir tane daha kurmaca anlatı olduğunu düşündüğümüzde, izlediğimiz karakterlerin aynı kurmaca düzlemlerinde olmayabileceğini rahatlıkla hayal edebiliriz. 

Karaktere Mesafelenmek

Filmin sonunda birer ihtimal olarak beliren bu olası katmanların filme en güçlü katkısı filmin Leon’la kurduğu ilişkiyi yepyeni bir şekilde anlamlandırması. Artık filmle Leon arasındaki mesafe dışarıdan bakan, yargılayan bir mesafe olmaktan çıkmış durumda. Petzold, bu mesafeyi karakterin yazdığı romandaki mesafeye yani karakterin kendine baktığı, kendi üzerine düşündüğü bir mesafeye dönüştürüyor. Yönetmen, kendini karakterin yaratıcı gücü arkasına gizleyerek, bize karakterin kendi halini ve kendi dönüşümünü nasıl idrak ettiğini anlatıyor. Film kendini karakterinin yaratıcı gücüne teslim ediyor. Yönetmenin karaktere olan mesafesini ve filmin anlatmak istediği şeyi karakterden bağımsız anlamaya çalışmak boş bir çabaya dönüşüyor. Filmi anlamak Leon’u anlamak oluyor. Ama Leon’u da ancak Leon’un yaratıcı uğraşının sonunda, onun kendine bakma biçiminde anlayabiliyoruz. Bu okumayı daha da keyifli kılan Nadja’nın da gerçekliğinin sorgulanabilir hale gelmiş olması oluyor. Kim bilir, belki de Leon’un kendi kabuğundan çıkabilmesini sağlayacak şey, çekimserce peşinden koştuğu, Leon’un elini tutmaya hep istekli bir ilham perisiydi… Basit ve düz bir yaz filmi olarak başladığımız bir seyir, filmin anlatımındaki küçük bir dokunuşla, sonraki sahnenin sesinin önceki sahnenin üstüne gelmesiyle tamamen dönüşüyor. Aldatıcı basitlik ortadan kalkıyor, katman katman keyfini çıkarabileceğimiz bir hayalle karşı karşıya kalıyoruz.

Helmut’un romanın yayınlanması için Felix’in annesinden izin aldığını duyduğumuzda Felix’in filmin birincil katmanında gerçekten var olan, Leon’un hayal etmediği bir karakter olduğunu anlıyoruz. Evet belki gerçekten de Felix öldü, evet belki gerçekten Felix’i kaybetmek Leon için sarsıcı bir yas deneyimine dönüştü. Ama belki ölümüne sebep olan o yangın değildi. Herkesi, bütün canlıları kuşatacak bir felaket belki de Leon’un iyi bir roman yazabilmesi için hayal etmesi gereken bir şeydi. İzlediğimizin bir karakterin hayali, yaratımı olma ihtimali seyirciyi aptal yerine koymaktan çok filmin dert edindiği şeyi, bir karakterin nasıl dönüşebileceğini başka türlü bir düzleme yerleştiriyor. Hikâye dediğimiz şeyin, her ne kadar bir olaylar silsilesi gibi görünse de, aslında hayal edilmiş anlatım tercihlerinden ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Genç bir yazarı kötü bir ikinci roman yazmanın eşiğinden döndüren şey, etrafına samimi bir ilgi duymaya başlamasına sebep olabilecek şey, sadece dışsal bir felaketle sarsılmasına bağlı olmayabilir. Karakter kendi dönüşümünü hayal edebilir ve bunu yaratıcı bir eylemle eşleyebilir. Filmi böyle okuduğunuzda Kızıl Gökyüzü dönüşüm için hayal edebilmeye ve dolayısıyla da bütün sanatsal uğraşlara uçsuz bucaksız bir alan açıyor.  

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.