Bir Zamanlar… Hollywood’da: Nostaljinin Şiddeti
Filmin dış yüzeyini kaplayan onca gösterişi, Tarantino’nun alamet-i farikası diyaloglar üzerine kurulu mizahı kazıdığımızda iktidarını sağlama almaya çalışan ihtiyar, beyaz, muhafazakâr bir erkeğin bakış açısıyla karşı karşıya olabilir miyiz?
Quentin Tarantino’nun dokuzuncu filmi Bir Zamanlar… Hollywood’da (Once Upon a Time… in Hollywood) daha senaryo aşamasından başlayarak yol açtığı türlü tartışmanın ardından nihayet vizyonda. Gerek yönetmenin çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalar nedeniyle, gerekse Cannes’daki prömiyerden bu yana hakkında yazılıp çizilenlerden dolayı, filmi iki yıldır Hollywood’u kasıp kavuran #MeToo hareketi etrafındaki tartışmalardan bağımsız düşünmek imkânsız. Zira Tarantino, ele aldığı öyküden karakterlerini işleyiş biçimine, yazdığı diyaloglardan kurduğu alternatif Hollywood tarihine, her hamlesiyle bu tartışmaya bile isteye dahil oluyor. Bu durumu gözler önüne seren ayrıntılı örnekler için Engin Ertan’ın Altyazı’nın Temmuz-Ağustos sayısındaki ‘Hollywood Çetesi’ başlıklı yazısına bakılabilir. Öte yandan şunu da belirtmek gerek; Bir Zamanlar… Hollywood’da’nın bütününe hâkim olan hâletiruhiye, filmi tüm bu patırtıdan habersiz seyreden izleyiciyi bile irkiltebilecek nitelikte.
Anlatısını 8 Şubat 1969’da başlatan ve gerçek hayatta Sharon Tate ile beş arkadaşının Charles Manson’ın müritleri tarafından vahşice katledildiği 8 Ağustos 1969 gecesi bitiren Bir Zamanlar… Hollywood’da Sharon Tate, Roman Polanski, Bruce Lee, Steve McQueen gibi gerçek kişileri iki kurmaca karakterle, TV oyuncusu Rick Dalton ve Cliff Booth’la bir araya getiriyor. Filmin ana aksını oluşturan Rick ile Cliff’in öyküsü final bölümünde Sharon Tate’in öyküsüyle kesişiyor ve 8 Ağustos 1969 gecesi yaşanan trajik olayı tersine çevirerek alternatif bir tarih yazıyor. Tarantino benzer bir senaryo hamlesini 2009 yapımı Soysuzlar Çetesi’nde (Inglourious Basterds) de yapmış ve Adolf Hitler’in kurmaylarıyla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden önce bir sinema salonunda öldürüldüğü bir fantezi kurmuştu. Zaten bu filmde, Rick Dalton’ın rol aldığı bir dizi üzerinden doğrudan o sahneye referans da veriyor. Ancak burada yaptığı tarihi tersine çevirme hamlesinin daha tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz.
ZAMANI GEÇEN KOVBOYLAR
Western türünün klasik unsurlarından biri, ‘geçen zamana ayak uydurmakta güçlük çeken kanunsuz adamlar’ temasıdır. Uçsuz bucaksız topraklarda gönlünce at koşturan, kendi vicdanlarından başka hiçbir yasaya boyun eğmeyen, kimseye eyvallahı olmayan başına buyruk kahramanlar dünyanın değişimine, kanunlardaki ve toplumsal kurallardaki dönüşüme uyum sağlamakta zorlanırlar bu filmlerde. Başkarakteri bir western yıldızı olan, adından başlayarak Sergio Leone’nin spagetti westernlerine referans veren, üstüne son bölümünde Rick Dalton’ı bir diğer spagetti western yönetmeni Sergio Corbucci’nin filmlerinde oynamak üzerine İtalya’ya gönderen Bir Zamanlar… Hollywood’da’nın özünde de bu tema yatıyor esasında. Şöhretli günlerini yavaş yavaş geride bırakan TV yıldızı ile onun giderek iş bulamaz hâle gelen dublörünün hikâyesinde, değişen dünya karşısında tutunamamanın burukluğu hissediliyor. Filmin dış yüzeyini kaplayan onca gösterişi, Tarantino’nun alamet-i farikası diyaloglar üzerine kurulu mizahı, dönemin popüler şarkılarıyla süslü soundtrack’i kazıdığınızda, tıpkı sözü geçen westernlerdeki gibi bir nostalji duygusu çıkıyor ortaya. Tarantino’nun bu iki adamın dostluğunu ele alma biçimi ve Leonardo DiCaprio ile Brad Pitt arasındaki uyum da bu duyguyu güçlendiriyor.
Gelgelelim, buradaki nostaljinin tam olarak neyin nostaljisi olduğunu kurcaladığımızda, karşımıza erkekliğin ve şöhretin getirdiği iktidarın yitimine yakılan bir ağıt çıkıyor. Rick Dalton’ın çocuk oyuncu Trudi’yle birlikte rol aldığı TV dizisinde yaşadığı özgüven bunalımı, bu durumun altını kalın çizgilerle çizen şeylerden biri: Büyüklenmeye çalıştığı Trudi’nin hazırcevaplığı karşısında ağzı açık kalan Rick, daha sonra sette büyük bir başarısızlık duygusuna kapılıyor ve birlikte rol aldıkları sahnedeki performansının ardından küçük kızın kendisine övgüler düzmesiyle gözyaşlarını tutmakta güçlük çekiyor. Tarantino tüm karakterleri gibi Rick ve Cliff’e de mizahı elden bırakmadan bakmakla birlikte, kimi yerlerde bu mesafesini kaybediyor. Bahsettiğimiz sahne de bunlardan biri; tüm sekans, izleyiciyi Rick’in küçük bir kız çocuğunu bile tehdit olarak gören kırılgan erkekliğiyle özdeşleştirmek amacını taşıyor. Filmin tamamına hâkim olan Tarantino mizahının kırıldığı, izleyiciden kahramanıyla birlikte duygulanmasının beklendiği bir sahne bu.
ŞİDDETİN İŞLEVSELLİĞİ
Tarantino’nun şiddeti ele alış biçimi her daim tartışmalı olagelmiştir. Pek çok filmi şiddeti “estetize etmekle”, “meşru göstermekle”, “özendirmekle” eleştirilir, bu konuda tezler ve antitezler konur ortaya. Kill Bill’in (2003-2004) tamamını ya da The Hateful Eight’in (2015) final bölümünü düşünelim; film boyunca kurulan gerilim, intikamın şiddetini ve acımasızlığını meşrulaştırmanın bir aracı hâline getirilir. Ciddiyetini kaybedip plastikleşecek kadar grotesk olduğunda bile, uygulanma biçiminden zevk alınmasını talep eden bir şiddettir. Bu şiddete tahammülü olmayan izleyiciye ancak Tarantino izlememesi salık verilebilir kuşkusuz. Fakat yönetmenin şiddeti nasıl resmettiğini ve anlatısı açısından nasıl işlevselleştirdiğini analiz etmekten kaçınmamak gerek yine de.
Bir Zamanlar… Hollywood’da’nın final sekansında yönetmen, Rick’in evini basan üç gencin Manson tarikatı mensubu olmalarını (ve bu karakterlerin gerçek hayattaki karşılıklarının hamile Sharon Tate’i ve arkadaşlarını katletmiş oldukları bilgisini), üç karakterin mümkün olan en vahşi şekilde öldürülmelerini bir nevi katarsise dönüştürmekte kullanıyor. Ne yaptığının tam olarak farkında olmayan, uyuşturucu madde etkisi altında oldukları aşikâr, akli melekelerinin yerinde olup olmadığı tartışmalı karakterlerin maruz kaldığı şiddeti, Nazilerden intikam alma fantezisiyle eşdeğer bir düzeye yerleştiriyor. Bu sahnenin groteskliğinin de, garajdaki lav silahının kullanılmasındaki absürdlüğün de bu durumu değiştirdiğini söylemek güç. Soysuzlar Çetesi’nde, bu vahşetin kurbanı Holokost’un sorumlusu Nazilerken yönetmenin bakışını paylaşmak görece daha kolay. Tarantino burada da Manson cinayetlerinin acımasızlığından, Sharon Tate’i karnında sekiz aylık bebeğiyle öldüren katillerden intikam almanın yarattığı meşruiyetten güç alıyor ama iki örnek arasındaki farkları es geçiyor sanki.
Bir Zamanlar… Hollywood’da’nın finalindeki vahşet gösterisi, hemen ardından gelen kısa sekansta Rick ile Sharon arasında bir dostluğun tohumlarının atılmasıyla birleşince, Rick ve Cliff’in değişen zaman tarafından hırpalanmış erkekliklerinin tamir edilmesi işlevi görüyor, onlara kendilerini yeniden güçlü, işe yarar hissettiriyor. Maço, beyaz erkekler dünyadan habersiz, masum bir annenin hayatını tesadüfen kurtarırken, alışık oldukları düzeni tehdit eden toplumsal değişim de karikatürize edilmiş bir tarikata indirgenerek bertaraf ediliyor. Böylece o “eski güzel günler”in geri gelebileceği imasıyla bitiyor film. Tarantino’ya yakıştıramasak da, tehdit altındaki iktidarını sağlama almaya çalışan ihtiyar, beyaz, muhafazakâr bir erkeğin bakış açısı gibi görünüyor bu. Ve en başa, filmin öyküsünün dışındaki dünyaya dönersek, o “eski güzel günler”in ne kadar güzel olduğu da epey tartışmalı.
Altyazı’da ayrıca:
Tarantino Sharon Tate Eleştirilerini Yanıtladı
Sokak Sanatçısından Tarantino Afişlerine ‘Gerilla’ Müdahale
1980’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji eğitimi gördü, Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler yüksek lisansı yaptı. 2003 yılında katıldığı Altyazı’da çeşitli görevler üstlendikten sonra 2015-2022 arasında Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Ulusal ve uluslararası festivallerde SİYAD ve FIPRESCI jürilerinde yer aldı. 2022'de Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünün seçici kuruluna katıldı.